Tuesday, December 26, 2006


Bu sezon sihirbaz filmleri pek bir revaşta. Tam üç tane sihirbaz filmi izledim bu sene.
Bunlardan ilki "The Illusionist" dı. Başarılı,karizmatik,esrarengiz sihirbaz rolunde cok sevgili Edward Norton vardı. Filmi ben cok beyenmistim. Uzun zamandır izlediğim(izlerken bir sonraki sahnede ne olacağını kestiremediğim,beni şaşırtan ve heyecanlandırmayı başaran)en iyi filmlerden biriydi.
Daha sonra malumunuz Turkish sihirbaz "Hokkabaz" girdi gösterime. Tabii Edward Norton'ın karizmatik sihirbaz tiplemesinedn çok uzaktı Cem Yılmaz'ın "hokkabaz" tiplemesi. Bu arada adamların 1800'lü yıllardaki sihirbazlık anlayışıyla bizim hala 2000'li yıllarda bile yaptığımız en iyi numaranın şapkadan tavşan çıkartmak falan olması da ayrı bir üzüntü kaynağıydı.
Gelelim üçüncü filmimize, yani "The Prestige"e. Aslında "Illusionist" ile birçok ortak noktası var filmin. Hem aşağı yukarı aynı dönemlerde geçiyor olması hem de izledikçe bir bir ortaya çıkan surpriz gelişmeler oldukça benzer. Ancak önemli bir fark var, bu filmde yakışıklı, karizmatik,yetenekli, hırslı...bir değil tam iki tane sihirbaz var!! Hugh Jackman ve Christian Bale. Tabii bir de bu iki yakışıklı arasında Scarlett Johansson. Ve tabii Michael Caine.
Bu tarz filmlerden hoşlanıyorsanız,kaçırmayın derim ben.

Wednesday, December 20, 2006

Bugün pek bir hamaratlığım üzerimdeydi. Haftasonu yapmayı planladığım yılbaşı kurabiyelerinin ön çalışmasını yapmak üzere eve gelirgelmez kendimi mutfağa attım. Tabii bunu yapmadan önce yılbaşı kurabiye tarifleri üzerine net aleminde kapsamlı bir araştırma yaptım...tavsiye ederim, blog kardeşi pastaci'nın sayfasında inanılmaz güzellikte kurabiyeler buldum. Ancak tarifler ve gerekli malzemeler beni aşınca, e tabii biraz da tembellik olunca, işin kolayına kaçaraktan kendimi marketin Dr.Oetker reyonuna attım. Hemen 1 adet tatlı kurabiye unu ve bonibon alarak evin yolunu tuttum. Ve koyuldum kurabiyelerimi yapmaya. Bu arada fellik fellik adam şeklinde kurabiye kalıbı arıyorum ama maalesef henüz bulamadım...bulamazsam çam ve çan şeklinde olanlarla yetinmek zorunda kalıcam!

Kurabiye hamurunu bir güzel hazırladıktan sonra ikiye ayırdım. İlk tepsiyi sade

İkinci tepsiyi de tarçınlı ve zencefilli yapmaya karar verdim.

Henüz deneme aşamasında olduğum için afilli kalıplar yerine bardakla yetindim. E adam kalıbım olmadığı için de adamları bizzat kendim yaptım :)
Şimdi diyeceksiniz ki "yahu enginar kardeş senin çoluğun yok çocucuğun yok, nedir bu adam kurabiye takıntın ya da nerden çıktı bu yılbaşı kurabiyesi yapma işi?" Hepsi minik öğrencilerim için! Pek seviyolar böyle şeyleri, e tabii dolayısıyla dersi de :))

Neyse ki denemem başarıyla sonuçlandı. Kurabiyeler nar gibi kızardı, evin içi misss gibi YILBAŞI KURABİYESİ koktu!! Bir de şu kalıplardan olsaydı tam super olacaktı :))


Yarın ilk işim şu adam kalıplardan bulup daha güzel kurabiyeler yapmak olacak :)

Tuesday, December 19, 2006

Uzun zamandır yazamıyordum.Bunun iki sebebi var;
1.Yazacak zaman bulamamak
2.Yazacak birşey bulamamak
Geçenlerde oturdum hayatın yada hayatımın ritmiyle ilgili bişeyler yazdım ama bitiremedim, sadece bir draft olarak kalıverdi. Anlatmaya çalıştığım şey aslında özetle şuydu: hayatınız bir anda cok hızlanıp karmasıklasırken ve siz nereye hangi birine yatişeceğinizi bilemezken bir anda ani bir frenle yavaşlayabiliyor ve siz bir anda kendinizi sudan çıkmış balık gibi hissedebiliyorsunuz. Yani en azından bana zaman zaman böyle oluyor!

Neyse güzel bir haftasonu geçirdim(cumartesi günümün neredeyse tamamını çalışarak geçirdiğimi saymazsak). Cumartesi akşamı gidilen tiyatro ve izlenen keyifli bir oyun beni biraz kendime getirdi. Böylece yılın ilk tiyatro aktivitesini de gerçekleştirmiş olduk!
Pazar sabahı, güzel bir uyku sonrası, hiçbiryere yetişmeksizin yapılan keyifli bir pazar kahvaltısı ve gazete keyfinden sonra güzel havayı değerlendirmek üzere dışarı çıkıldı...Uzun zamandır binilmeyen Kabataş motoruna binilerek karşıya geçildi ve tataaaaammm hayatımda bir ilki daha gerçekleştirilip maça gidildi!!

Hep merak etmişimdir bir maçı sahadan izlemekle televizyondan izlemek arasında ne fark var diye!! İkisi arasında bayağ bir fark varmış doğrusu. Bir maçı tv'den izlerken hep birinin yorum yapmasına alışığızdır. O hep bize "biz görmemize rağmen" ne olup bittiğini, kimin topu sürdüğünü, kime pas verdiğini, nasıl çalım attığını vs. anlatır. Halbuki statta öyle birşey yok, oyuncularla aranızda sadece metreler var. Onlar canlı kanlı karşınızda duruyolar,düşüyolar kalkıyolar. Kimin kim olduğunu söyleyen, maçı anlatan bir ses yok, sadece siz varsınız bir de etrafınızda coşkuyla bağıran ateşli taraftarlar! Özetle maçı sahadan izlemek gerçekten çok keyifliymiş. Şimdi milletin neden kar kış yağmur çamur demeden takımlarını desteklemek için her haftasonu stadlara koştuğunu daha iyi anlıyorum..

Monday, December 04, 2006

İnsanın arkadaşlarının "anne" olduğunu görmesi çok acayip bişey. Ta çocukluğundan beri tanıdığın, beraber okula gidip geldiğin, aynı sırayı paylaştığın, beraber yiyip içtiğin, kakara kikiri yaptığın insan bir anda bir "anne" figürü olarak çıkıyor karşına. Bazen inanası gelmiyor insanın. Ben ne zaman bu kadar büyüdüm de arkadaşlarım anne olmaya başladı diye sormaktan alamıyor kendine. Tabii bu durumda bizde yavaş yavaş "abla" mertebesinden "teyze" mertebesine yükselmiş oluyoruz ki bu da çok acayip bir durum!

Daha önce de bahsetmiştim, Engimin bir kızı olacak. Adı ADA olacak. Dün akşam gördüm, kızımız "Ada" yavaştan kendini belli etmeye başlamış. Her geçen gün de daha fazla belli etmeye başlayacak :) Ne mucizevi birşey insanın içinde bir canlının büyüyor olması! Derler ya insanın aklı hafzalası almıyor diye, işte öyle birşey. Tıp da çok ilerlemiş. Annelerimiz zamanında bebeğin cinsiyetini anlamak için annenin karnında yüzük çevirmek gibi ilkel yöntemler kullanılırmış. Yüzük fırıldak gibi dönerse bebek kızmış, yok sabit durursa erkek, yada tam tersi, işte öyle birşey. Sonra ultrason çıktı, hem bebiğin cinsini öğrenebiliyor hem de doktorun verdiği ultrason fotoğraflarıyla bebişinizin albümünü daha o dünyaya gelmeden doldurmaya başlayabiliyordunuz. Şimdi olay biraz daha ilerlemiş, sadece resmine bakmakla kalmıyor bir de evde bebeğinizin hareketlerini gösteren cd'yi izleyebiliyorsunuz. Biz de akşam oturduk izledik Ada'mızı. Biraz kafamız karıştı gerçi, zar zor çözdük nersi gözü, nersi burnu, kolları bacakları nerde nasıl duruyor ama çözdük sonunda :) Çok acayip bişey, gerçekten çok acayip!!

Peki ya doğduktan sonra! O da ayrı bir hikaye...

Monday, November 27, 2006

Sınav haftası bitti, sınav kağıtları okundu, öğrenciler sınav notları konusunda bilgilendirildi ve sınav kagıtları tozlanmak üzere raflardaki yerini aldı. Bu sebeple üzerime bir rahatlık çöküverdi, dolayısyle haftalardır gidilemeyen sinema salonunun yolu hatırlandı ve haftasonu tatili iki film birden izlemek suretiyle değerlendirildi. Bu arada çok sevgili lakapdaşım, canım arkadaşım "Engim"den çook güzel bir haber alındı. Bebişimizin cinsiyeti öğrenilmiş, "kız" :)) Aso'yu ve Engi'mi tekrar tebrik ediyor, yeğenimi sevmeyi dört gözle bekliyorum!!


Cumartesi günü izlenen ilk film bir Türk filmi olan "İlk Aşk"tı. Çekim, görüntü ve oyuncu seçimi bakımından oldukça başarılı bir filmdi bence. Bir Türk filminden ziyade bir İtalyan filmi izliyormuş izlenimi bıraktı bende. Mekan olarak seçilen Foça'nın da bunda önemli bir rolü vardı bunda bana sorarsanız. Konu adından da anlaşılacağı üzere "unutulmayan" ilk aşklar. Biri mutlu, diğeri mutsuz sonla biten iki "ilk aşk" hikayesi izledik.Yer yer güldük, yer yer duygulandık ama ağlamamızı gerektirecek bir durum olmadı Allaha şükür :) Tek bir derdi vardı filmin bence; o da ilk yarıda temponun yer yer çok düşmesiydi.Hatta birara ara vermeyi unuttuklarını düşündüm. Halbuki daha bir saat olmamıştı bile. Ama ikinci yarı aynı hisse kapılmadım. Söylemek isterim ki "Hokkabaz"dan yada "Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu"ndan daha çok izlenmeyi hakeden bir film.(bu arada Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu henüz vizyona girmedi ama filmin fragmanı bile hakkında yeterince fikir sahibi olmamıza yetiyor). Sonuçta Türk filmleri hakkında şöyle bir kanıya vardım: Biz saf komedi yada fantastik filmler yazma ve çekme konusunda çok başarısısız. Başarılı olduğumuz alan dram. Ancak gerçek hayattan beslenen ve bu noktadan yola çıkan filmlerle başarıyı yakalayabiliriz.(bknz. Babam ve Oğlum, Eğreti Gelin, Dondurmam Gaymak vs.)


Gelelim ikinci filmimize..."The Departed", Türkçe versiyonuyla "Köstebek". Kadronun ve yönetmenin ne kadar iyi olduklarını söylemeye gerek bile yok. Hastalıklı rollerdeki başarısıyla Matt Damon, muhteşem adam Jack Nicholson, oldukça olgulaşmış görüntüsü ve oyunculuğuyla dikkat çeken Leonardo DiCaprio ve yönetmen koltuğunda da Martin Scorsese. Film baştan sona kadar büyük bir zevkle izlettiriyor kendini. Heyecanın dozu giderek artıyor, kim ölecek kim kalacak, köstebek ortaya çıkacak mı, Allahım nolacak diye sabırsızlıkla bekliyosunuz filmin sonunu. Buraya kadar herşey çok güzel ama filmin sonu birazcık da olsa hayal kırıklığı yaratıyor insanda. Sanki hadi tamam artık bitirmemiz lazım bu filmi dercesine bir son hazırlanmış, daha önceden deyinilen birçok ayrıntı es geçilmiş. Ama olsun yine de heyecan temposu yüksek, üç yakışıklının başrollerini paylaştığı görülmeye değer bri film var karşımızda. Ben izleyin derim, tercih sizin :)

Tuesday, November 21, 2006



Bu resimlere iyi bakıyor musunuz? İyi bakın çünkü bu resimler benim hayatımın son 10 gününün nasıl geçtiğini çok iyi özetliyor.Bir tarafta sınav kağıtlarının hazırlanmasında kullan muhteşem üçlüyü diğer tarafta da okunması gereken sınav kağıtlarını görebilirsiniz.

Sınav haftalarından öğrenciyken de nefret ederdim. Sanki günler haftalar torbaya girmiş gibi bütün öğretmenler aynı hafta içinde yaparlardı sınavlarını. Hatta ve hatta bazen aynı gün içinde birden fazla sınava girdiğimiz bile olurdu. Allak bullak olurdum her gece başka bir sınava çalışmaktan. Bir gece tarihin tozlu sayfalarında yolumu bulmaya çalışırken diğer gece dünyanın yada Türkiye'nin değişik coğrafyalarında keyifle gezinirdim, matematik problemlerindeki bilinmeyeni fenerle ararken fenle ilgili herşey "Allahım neden bu kadar karmaşık olmaz zorunda" diye düşünürdüm.

Kaderin cilvesi mi demeli ne demeli artık bilmiyorum, geçen yıllar beni bir öğretmen olarak yine götürdü o yoğun sınav haftalarına.Yoksa ben de diğer günleri torbaya sokan o öğretmenlerden biri haline mi gelmiştim?? Hayır!Hayır! Bahsettiğim durumun öğrencilerle hiç ilgisi yok. Olan yine bana oluyor.. Bu sınav kağıdı denen şeyi hazırlamak bazen ne kadar zor oluyor. Bir haftadır elimde makas ve pritt düşmedi. Sürekli biryerlerden fotkopiler çektirip onları kesip kesip yapıştırıyorum..Hayatımın hiç bir devresinde, ki buna tüm resim dersleri ve hani çocukluğumzda TRT'de bir elişi programı olurdu, o da dahil olmak üzere pritt ve makasla bu kadar yakınlaştğım görülmemiştir. Neyse sancılı kağıt hazırlama devri bitti ancak hepsi bu mu sanki asıl şimdi başlıyor herşey...Onca kağıdı kim okuyacak da tek tek puan verip notlandıracak?? Söyleyin bakalım kim?? Tabii ki BEN!! E dolayısyle sınav haftalarından hala nefret ediyorum :(

Bazen arkadaşlarım diyolarki amaan senin işin kolay, zaten yarım gün çalışıyorsun vs. Arkadaşlar size ancak bir atasözüyle cevap verebilirim "Davulun sesi uzaktan hoş gelirmiş!" bir de gelin dibinden dinleyin!! Bu anlattıklarım madalyonun sadece bir yüzüydü, bir de sınıflarda olan olayları anlatan öbür yüzü var. Belki bir gün onlardan da birşeyler anlatırım, kim bilir?

Thursday, November 16, 2006

Havalar bir ısınıyor bir soğuyor bu nedirr yaw? Her sabah evden çıkarken bugün ne giyinsem de hem terlemesem hem üşümesem diye düşünüp durmaktan kukuman kuşlarına döndüm valla! Ama ne çare? Hala üşümeye yada terlemeye devam ediyorum. Tabii hal böyle olunca hastalıkta kaçınılmaz oluyo.
Efenim üzerinize afiyet uzun zamandır bir geniz akıntım var. Pek öyle sık sık doktora gitmek gibi bir adetim yoktur.Nedense bende böyle bir gerginlik yaratıyor o hastanelerdeki bekleme salonları; daha çok hastalanıyorum sanki. Ama dün radikal bir kararla "kulak-burun-boğazcıya" gitme kararı aldım ve de bu kararımı hayata geçirdim.
Saat dörde randevu almıştım ve tam saatinde oradaydım ancak doktor amcanın yanına girebilmem dörtbuçuğu buldu.Peki bu ne demekti? Bekleme salonunda geçirmem gereken "gıccık" bir yarım saat demekti. Sonunda doktor amcanın yanına girebilmiştim. Doktor amca şikayetimi sordu ben de anlattım. Sonra ucunda mikro kamera olan bir aleti önce kulaklarıma sonra da burun deliklerime soktu. Baktı etti falan fişman, hemen koyuverdi teşhisi "allerjik nezle". Bir damla, bir hap tamam. Bakalım ne kadar işe yarayacak hep birlikte görücez.

Bu arada habire "kış geldi!! kış geldi!!" diyoruz, kışın vazgeçilmezlerinden birinden bahsetmeden de olmaz dimi? Neden mi bahsediyorum?? Tabii ki "BOZA" dan. Hepimiz hatırlarız çocukluğumuzun uzun kış gecelerinde sokağımızdan geçen bozacıları. "Boooozaaaaaaaaa" diye bağıran sesleri gecenin sessizliğinde tüm sokaklarda yankılanırdı. O zaman bu zaman pek severim ben bozayı. Yanında da mis gibi, sıcacık, yeni kavrulmuş sarı leblebi olsa ooo oohh!! Artık, geceleri sokaklarımızdan bozacılar geçmiyor. Onun yerine marketlerden yada kışın dondurma satamayan dondurmacılardan aldığımız hazır şişelerdeki bozalardan içebiliyoruz. Ama olsun en azından hala boza içebiliyoruz. Ya tarihin karanlık sokaklarında kaybolan bozacılar gibi boza da kaybolsaydı?? Boza anılarımı anlatırken universite günlerim geldi yine aklıma. Şöyle ders aralarında Vefa'ya doğru uzanılıp, leblebiyle beraber içilen şahane Vefa bozası!! İştahınız açıldı dimi?? Olsa da içsem diyorsunuz!! E buyurun o zaman. Afiyet olsun!!! :)

Friday, November 10, 2006

Bugün 10 Kasım. Atamızın ölümünün 68.yılı. Her sene yaptığımız gibi bu sene de okullarımızdaki törenlerle konuşmalar, şiirler ve şarkılar eşiliğinde andık Atamızı.
Bildiğiniz gibi bu sene aynı zamanda Atamızın 125. doğum yıl dönümü. İşte bu bağlamda Ata'yı herzamankinden daha farklı bir şekilde anma fırsatım oldu bu sene.

Dün akşam "Sarı Zeybekten Tangoya" adlı bir geceye katıldım. Çok hoş bir topluluk Atamızı anmak için toplanmıştı. Gece Atatürk'ün sevdiği şarkılar eşliğinde Atatürk fotoğrafları barkovizyonuyla başladı. Peki bilin bakalım barko gösterisini izlerken bize hangi ikili eşlik etti. Tabii ki rakı ve beyaz leblebi :)




Arkasından efeler çıktı sahneye. Onları Tango yapan çağdaş Türk gençleri takip etti.
Kendimi bir an İzmir'in kurtuluşunu kutlayan efeleri ve 29 Ekimlerde Pera Palas'ta yapılan Cumhuriyet balolarını düşünürken buldum. Konuşmalar yapıldı, şiirler okundu daha sonra. Hele bir tanesi vardı ki ancak bu kadar tercüman olabilir hislerimize.. Mutlaka hepiniz daha önce okumuş yada duymuşsunuzdur ama ben yine bugünün anısına paylaşmak istedim sizlerle;

Siz beni halâ anlayamadınız .
Ve anlamayacaksınız çağlarca da...
Hep tutturmuş "Yıl 1919, Mayıs'ın 19'u" diyorsunuz.
Ve eskimiş sözlerle beni övüyor, övüyorsunuz .
Mustafa Kemâl'i anlamak bu değil,
Mustafa Kemâl ülküsü, sadece söz değil.

Bırakın o altın yaprağı artık,
bırakın rahat etsin anılarda şehitler.
Siz bana, neler yaptınız ondan haber verin.
Hakkından gelebildiniz mi yokluğun, sefaletin ?
Mustafa Kemâl'i anlamak yerinde saymak değil.
Mustafa Kemâl'in ülküsü, sadece söz değil.

Bana, muştular getirin bir daha,
uygar uluslara eşit yeni buluşlardan..
Kuru söz değil, iş istiyorum sizden anladınız mı ?
Uzaya Türk adını Atatürk kapsülüyle yazdınız mı ?
Mustafa Kemâl'i anlamak avunmak değil,
Mustafa Kemâl ülküsü, sadece söz değil.

Halâ, o, acıklı ağıtlar dudaklarınızda,
halâ oturmuş, 10 Kasımlarda bana ağlıyorsunuz .
Uyanın artık diyorum, uyanın, uyanın !
Uluslar, fethine çıkıyor, uzak dünyaların..
Mustafa Kemâl'i anlamak gözboyamak değil,
Mustafa Kemâl ülküsü, sadece söz değil..

Beni seviyorsanız eğer ve anlıyorsanız ;
laboratuvarlarda sabahlayın, kahvelerde değil.
Bilim ağartsın saçlarınızı.. Kitaplar..
Ancak, böyle aydınlanır o sonsuz karanlıklar...
Mustafa Kemâl'i anlamak ağlamak değil,
Mustafa Kemâl ülküsü, sadece söz değil.

Demokrasiyi getirmiştim size, özgürlüğü..
Görüyorum ki, halâ aynı yerdesiniz, hiç ilerlememiş,
birbirinize düşmüşsünüz, halka eğilmek dururken.
Hani köylerde ışık, hani bolluk, hani kaygısız gülen ?
Mustafa Kemâl'i anlamak itişmek değil,
Mustafa Kemâl ülküsü, sadece söz değil.

Arayı kapatmanızı istiyorum uygar uluslarla.
Bilime, sanata varılmaz rezil dalkavuklarla.
Bu vatan, bu canım vatan, sizden çalışmak ister,
paydos övünmeye, paydos avunmaya, yeter, yeter !
Mustafa Kemâl'i anlamak aldatmak değil,
Mustafa Kemâl ülküsü, sadece söz değil...

Sunday, November 05, 2006

Arkadaşlar yılın ilk karıyla dün müşerref olmuş bulunuyoruz, hepimize hayırlı uğurlu olsun. Meslek icabı bu kar durumları beni pek yakinen ilgilendiriyor. E malum ülkemizde ve güzeller güzeli şehrimiz İstanbul'da KAR demek TATİL demek. Ama tabii sadece ben, meslektaşlarım ve cümle öğrenci milleti için. Diğerleri içinse, haber bültenlerinde kullanılan ismiyle KAR = BEYAZ KABUS ( trafik çilesi, zincir, çekme halatı, lunaparktaki çarpışan arabalar gibi birbirlerine toslayan araçlar...) Kar bize yüzünü erken gösterdiğine göre içimden bir ses bu yılınbol karlı geçeceğini söylüyor. Siz ne dersiniz?

Gelgelelim Un Helvasınaaa..Söylediğim gibi geçen akşam Gizmoyla beraber ilk un helvası denememizi gerçekleştirdik. Başta her şey çok iyi ve kolay gidiyordu. Amaaann bumuymuş yani, ne varmış bunda yapamayacak gibisinden cümleler kurmaya başaldık. Tabii bu sırada sadece unla yağ birbirne kavuşmuş ve ağır ağır kavrulmaktaydılar. Daha sonra bu ikiliye onceden kavrulmuş fıstıklar da katıldı ve hep beraber kendi yağlarında kavrulmaya devam ettiler.












Ne olduysa şekerli süt işin içine girince oldu. Bu işe bozulan un-yağ-fıstık üçlüsü cozurdamaya başladı. Biz Gizmoyla ne olduğunu anlamaya çalışarak birbirimize baktık. Gizmo aralarını yapmak ve cozurdamayı kesmek için hızla karıştırmaya başladı tenceredeki beşliyi.




Sonuç: Gizmo'nun çabaları yetersiz kaldı. Helvanın içinde asi şekerler tıkır tıkır kaldı. Ama yine de bence ilk deneme için tat gayet iyiydi. Acımadan bir güzel mideye indirdik yaptımız helvaları :)

Thursday, November 02, 2006

Efendim bugün misafirlerimiz vardı. Bende evin kızı olaraktan mutfakta kendi çapımda birşeyler yapmaya çalıştım. Sevgili Portakalağacından aldığım tarifle "Elma Tatlısı" yaptım. Eğer siz de hafif meyve tatlılarını seviyosanız hiç kaçırmayın derim. Üstelik yapılışı da çok basit. Sadece elmaları nü hale getirmek ve içlerini oymak biraz zaman alıyor. Bu işlemi gerçekleştirdikten sonra elmalarımız bir tencereye koyup üzerlerine 2'şer yemek kaşığı şeker serpiyoruz, elmaların yarısına gelecek kadar su ekleyip kaynatıyoruz.

Elmalar kaynayadursun, bizde diğer tarafta elmalarımızın daha öncede oyduğumuz içlerini doldurmak için dövülmüş ceviz, kuru üzüm ve tarçından oluşan harcımızı hazırlıyoruz. Bu arada elmalarımız çoktan haşlandı. Onları bir güzel tencereden alıp tabağımıza yerleştiriyor ve içlerini dolduruyoruz.



Bu işlemi de gerçekleştirdikten sonra elmalarımızın üzerini kaplamak üzere kremamızı yapmaya başlıyoruz. Kremanın ayarını ben pek tutturamadım galiba, biraz sıvı oldu. O yüzden bir dahaki sefere vanilyalı puding kullanıcam! Pişen kremamızı da elmalarımızın üzerine döküyoruz! Ta taaaamm! İşte size harika bir tatlı.



Afiyet olsun :P

Yarın da un helvası yapmayı denicem. Bakalım o nasıl olacak??

Tuesday, October 31, 2006

Ben haftasonuna haftasonu demem içinde sinema aktivitesi olmayınca!


Törendi kutlamaydı derken bir haftasonunu daha geride bırakırken sanatsal faaliyetlerden de geri kalmadık tabii ki. Yer gök yıkılıyo "HOKKABAZ HOKKABAZ" diye. Eğer sizde haberlerde yada şu saçmasalak magazin programlarından birinde denk geldiyseniz filmin galasından görüntülere ne demek istediğimi anlamışsınızdır. Filmi seyreden herkes "10 numara", "şahane", "Cem yine döktürmüş", "bu sefer güldürmenin yanında bir de ağlattı bizi Cem" gibi laflar etti. E insan merak ediyo tabii. Zaten pek de fazla iyi alternatif olmayınca napalım bizde gittik izledik. Alternatif yok diyorum, nasıl olsun? HOKKABAZ sadece Istanbulda, yanlış saymadıysam eğer(ki emin olmak için iki kere saydım) tamıtamına 65 salonda birden oynuyor. Türkiye çapındaki salon sayısını saymaya bünyem müsaade etmedi. E şimdi bu haksızlık değil de nedir?

Vizyonda Hokkabazla birlikte dört tane daha Türk filmi var. Bunlardan iki tanesi de bence gerçekten izlemeye değer filmler. İlki Nuri Bilge Ceyhan'ın İKLİMLER'i diğeri de Reha Erdem'in BEŞ VAKİT'i. Yerli ve yabancı festivallerde kendilerini kanıtlamış olan bu iki filmin gösterildiği toplam sinema salonu sayısıysa İstanbul'da sadece 15 civarında. Bunu sadece benim oturduğum Anadolu yakasına indirgersek filmlerden birini izleme olanağım tamamen ortadan kalkarken, diğeri içinde seçenekler sadece 3'e iniyor.

Neyse biz HOKKABAZ'a dönelim. Maalesef ben filmi o galadan çıkanlar kadar şahane bulmadım. Hikaye fena değil belki ama tam olarak iyi işlenememiş bence. Ne çok güldüm filmi izlerken ne de gözlerim yaşardı. Filmin komikliği de duygusallığı da çok vasat boyutlarda kalmış bence .Dikkatimi çeken bir diğer şeyde kullanılan kostümlerdi. Cem Yılmaz'ın(yani İskender'in) kıyafetleri biraz modası geçik gibiyken onun en yakın arkadşı, iş ortağı Maradona da renk renk eşofmanlarıyla The Royal Tenenbaums' tan fırlamış gibiydi. Birde Özlem Tekin'i oyuncu değil de şarkıcı olarak izlemeyi tercih ederim.

Benden bu kadar. İzlemek izlememek size kalmış!

Sunday, October 29, 2006



Arkadaşlar!! Hepinizin Cumhuriyet Bayramını en içten dilklerimle kutluyorum.

Sizin kutlama programınız nasıldı bilmiyorum ama benimki oldukça yoğundu. İlk olarak, sabah erkenden kalkmak suretiyle tüm hazırlıklarımı yaparaktan(hiç sevmediğim halde, sırf günün anlam ve önemine uysun diye takım elbisemi giydim.Hani öğretmeniz ya ciddiyetimiz olsun!) doğruca okuluma doğru yola döküldüm. Tabii yollar bomboş (e normal olarak! kim olacak ki pazar sabahı o saatte sokaklarda?) Sadece öğretmenler ve öğrenciler. Öğrencileri formalarından, öğretmenleri de "takım elbiselerinden" kolayca farkederkten, boş yollarda gitmenin de keyfini sürerekten vardım okuluma. Bir okul klasiğidir törenlerin başlayacağı söylenen saatten en az bi yarım saat sonra başlaması. O yarım saati de diğer tüm "takım elbiseliler" le sohbet ederek ve çayımı yavaş yavaş yudumlayarak geçirdikten sonra indim bahçedeki tören alanına. Protokolde biz "takım elbiseliler" için ayrılmış yerlerimizde oturduk ve başladık töreni izlemeye. Şimdi siz hepiniz törenle ilgili ilginç bişey anlatıcam diye bekliyosunuz dimi? Ama boşuna! Anlatacak maalesef ilginç birşey yok. Törenler nasıl olur bilirsiniz; konuşmalar, şiirler, şarkılar... İlginç olan, okula başladığımız günden beri bildiğimiz bu şiirlerin, şarkıların her defasında bizi ilk defa dinliyormuşuz gibi duygulandırıyor olması!



Neyse efendim törenden sonra, hala cok fazla kalabalıklaşmamış olan yollardan geçerek eve döndüm ve ilk iş olarak "takımımdan" kurtularak Pazar günü moduna geçtim. Bir takım işlerimi halletmek üzere karşıya geçtim (hayret edilecek şekilde trafik hala tenhaydı) ve geri döndüm. Akşam saatlerine doğru yaklaşırken annem, Cumhuriyet Bayramı dolayısıyle Boğaziçi köprüsünden atılacak havayifişekleri ve köprüden denize doğru akıtılacak alev şelalerini izlememiz gerktiği konusunda ısrarcı bir tavır takınmaya başladı. Biz de onu kırmayarak Beylerbeyinde ki çay bahçelerinden birinde yerimizi aldık. Saat 19:30 da başlayacağını düşündüğümüz gösteri saat 21:00 da başladı. Üşüyerek geçrdiğimiz 1,5 saatin ardından başlayan gösteri sanırım 5 dakika falan sürdü. Gördüleriniz de köprüden yakalayabildiğim birkaç kare!


Gülmeyi sever misiniz?? Ya sinemaya gitmeyi?? Eminim ikisine de cevabınız EVEEET! Peki ya ikisni aynı anda yapmaya ne dersiniz?? O zaman müjdemi isterim: Bonus Card 5.Uluslararası Komedi Filmleri Festivali dün yani 27 Ekim itibariyle başlamış bulunuyor ve 2 Kasıma kadar da devam edecek. Festivalde 8 ana başlık bulunuyor:

1. Fransız Kahkası (ki ben bu bölümün bu sene pek rağbet göreceğini sanmıyorum)
2. Avrupa Gülüyor (Avrupa filmlerini sevenler için iyi bir alternatif)
3. Amerikan Bağımsızları (Amerikan sinemasından vazgeçmem diyenler için)
4. Kısa ve Komik (Kısa filmlere karşı özel bir ilginiz varsa)
5. En Çok Güldüklerimiz (Bu yıl içinde en çok güldüğünüz filmi tekrar izlemek isterseniz)
6. Kemal Sunal Anısına
7. Charlie Chaplin'le Özel Buluşma
8. En Ciddi Komedi Film Yarışması

Festivalin açılışı Pedro Almodovar'ın VOLVER adlı filmiyle yapıldı.Bu filmle Penelope Cruz Cannes' da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazanırken, Pedro Almodovar da En İyi Senaryo ödülünü kapmayı başardı. Film Altın Palmiye'ye de aday olmuştu. Şahsen benim mutlak görülmesi gereken filmler listemde üst sıralarda yerini alıyor bu film. Ancak sizde bu filmi benim gibi görmek istiyor ancak 2 Kasıma kadar vakit çok az, kesin kaçırdık bu filmi diye düşünüyorsanız merak etmeyin. Volver (Dönüş) 3 Kasım da sinema salonlarımızda ki yerini alacak ve bizim bu filmi seyredebilmek için bol bol vaktimiz olacak (umarım!!)

Bu filmi ve festivaldeki diğer filmleri izlemek istiyorsanız Maçka G-Mall veya Beyoğlu Alkazar sinemalarına ya da Fransız Kültür Merkezine gitmeniz gerekiyor. Hatta ve hatta Fransız Kültür Merkezindeki gösterimler ücretsiz. Daha fazla bilgi için www.komedifilmlerifestivali.com u tıklayabilirsiniz.

Haydi kalın sağlıcakla!!

Thursday, October 26, 2006

Serin sulardan çıkıp kızgın kumlara yatmak gibiydi tatil sonrası ilk iş günü.Evet arkadaşlar, dört gözle beklediğimiz koskoca bayram tatili göz açıp kapayıncaya kadar uçup gitti ellerimizden.

Sizi bilmem ama ben yapmayı planladığım hiçbirşeyi yapamadım bu tatilde. Zaten şehir dışına çıkmak üzere yaptığım tüm o güzelim planlar turumuzun son anda iptal olmasıyla heba olmuştu. Bari güzelim İstanbul' un tadını çıkartırız gezer dolaşırız, ne zamandan beridir karşı tarafa geçemiyoruz biraz turlar Boğaz sefası falan yaparız dediydik. İyi ki de demişiz boşalmış gibi gözüken ama hiçte boşalmamış olan güzel İstanbulumda trafik yüzünden bu planımızı da gerçekleştiremedik. Neyse napalaım artık birdahaki bayramı beklemekten başka çare yok. Amaaan neyse zaten tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanı değil midir? Tatile gidebilmiş olanlar da döndüler nasıl olsa buralara :)

Bir dahaki bayram tatili 31 Aralıkta başlıyor. O zamana kadar hepinize iyi çalışmalar!!

Monday, October 23, 2006


Bayram deyince sizin aklınıza ne gelir? Benim aklıma tabii ki ilk önce çeşit çeşit bayram şekerleri, çikolatalar gelir. Daha sonra bayramda giyilmek üzere alınmış yeni kıyafetler, ayakkabılar. Ve tabii ki de el öpmek suretiyle anne-baba ve mevcut tüm aile büyüklerinden alınacak bayram harçlıkları. Son olarakta her bayram sabahı radyoda mutlaka ama mutlaka duymaya alıştğım bir Barış Manço şarkısı;

Bugün Bayram
Erken kalkın çocuklar
Giyelim en güzel giysileri
Elimizde taze kir çiçekleri
Üzmeyelim bugün annemizi..

Az kalsın unutuyordum bir de sadece Ramazan bayramına has, koskoca bir aydan sonra, bayram sabahı kurulan mükellef kahvaltı sofrası.

Gerçi artık çoğumuz bayramlara sadece tatil gözüyle bakıyoruz ama eminim size de benim gibi hala böyle naif şeyler hatırlatıyordur bayramlar.Evet arkadaşlar bir Ramazan ayını daha bitirdik ve bayaram ulaştık çok şükür. Hepinizin bayramını kutluyorum. Ailenizle ve sevdiklerinizle nice mutlu bayramlar diliyorum.

Sunday, October 22, 2006

Herkese tekrar merhaba! Artık buradayım :))
Gecen aksam isten eve donuyordum. Trafik berbatti herzamanki gibi. Bir taraftan yagmur ciseliyordu. Radyoda Deniz Seki cok sevdigim sarkısını soyluyordu:

Bu şehre sonbahar geldi
Pembe yapraklar
Konusmasam bile beni anlar bütün ağaçlar...

Derken şarkının sonlarına dogru dj Deniz ablanın bu şarkıya Amsterdam'da bir klip çektiğini ve klibin tüm müzik kanallarında dönmeye başladığını döyledi. Çok sevdiğim bir şarkının klibi çok sevdiğim bir şehirde belki de Avrupa'nın en güzel şehrinde Amsredam' da çekilmişti. Merakla klibi bekledim o akşam ama maalesef denk gelmedi. Ertesi gün şansımı tekrar denedim ve bingo!



Sonuç: Tam bir hayal kırıklığı. Radyodaki dj'den duymuş olmasam asla anlayamazdım klibin Amsterdam'da çekildiğini. Deniz abla neredeyse tüm klip boyunca bir parkta bir bankın üstünde oturarak söylüyordu şarkısını. Ne Amsterdam'ın o muhteşem köprüleri ve kanalları vardı kadrajda, ne şehrin sembolü olan bisikletler, ne de kendine özgü mimarisiyle inşaa edilmiş evler.
Bana sorarsanız o kadar yolu boşuna gitmişler. Aynı klibi Belgrad Ormanında da çekebilirlermiş
Geçen gun sevgili arkadaşım ibeking bahsetmişti. Dun de gazetede Haşmet Babaoğlu yazmış. Ben de bugun bahsetmeden edemeyeceğim...

Efendim tanıyanlar bilir bendeniz sinemayı cok severim. İyi filmlerin hepsini mümkün olduğunca kaçırmamaya çalışırım. Lakin son zamanlarda pek bi şikayetçiydim sinemalarda izlenecek doğru dürüst bir film olmamasından. Ama nihayet güzel bir film salonlardaki yerini aldı: Devil Wears Prada yani Şeytan Marka Giyer.





Filmin başrollerinde Meryl Streep ve Acemi Prenses filmlerinden tanıdığımız Anne Hathaway var.Çok önemli bir moda dergisinin azılı editörünün asistanı rolünde izliyoruz Hathaway'i. Gayet başarılı ve şirin bir oyunculuk sergiliyor bence. Filmin başlarında pek bir salaş demode kıyafetlerle izliyoruz asistanımızı. Tabii bu durum çalıştığı ortam ve birlikte çalıştığı insanlarla tam bir tezat oluşturuyor. İnsan bir taraftan da düşünmeden edemiyor bu devirde New York gibi bir yerde yaşarken nerden buldun bu kıyafetleri diye.

Asistanımızın bu halini düşünürken aklıma başrollerinde Türkan Sulatan ve Ediz Hun'un oynadığı, benim de her türlü saçmalığına rağmen bıkmadan usanmadan tekrar tekrar izlediğim bir Türk filmi geliyor. Mutlaka seyretmişsinizdir hepiniz. Ağzına doldurulmus pamuklarla şişman ve paspal bir sekreteri canlandırıyor Türkan Sultan. Ediz Hun da yakışıklı ve çapkın patron. Kızımız çapkın patronuna aşık olur ancak patronu onunla sadece alay eder. Bunun üzerine kahramanımız hemen hain ve sinsi bir intikam planı geliştirir. Bir dizi operasyondan sonra (ağızdan pamuklar çıkar)Türkan abla moda dergilerinden fırlamış bir model görünümüne sahip olup patronunu kendine aşık eder. Eh gerisini de siz hatırlayıverin artık...

Şimdi bunun konumuzla ne alakası var diyeceksiniz? İşte Anne Hathaway de aşk yüzünden değil ama New York'un en ünlü moda dergisinin editörü olan patronunun gözüne girebilmek için işte hemen hemen böyle bir değişimden geçiyor. O paspal asistan gidiyor yerine tam bir New Yorker geliyor.

Gelelim moda dergisinin ve hatta adeta moda dünyasının patronu rölündeki Meryl Streep'e. Tamamen beyaza boyanmış kısa saçları son derece şık kıyafetleri ve de inanılmaz derecedeki otoritesiyle sanki o karakteri oynamıyor yaşıyordu. Bir rol bir insana ancak bu kadar yakışabilir. Film boyunca filmi beraber izlediğim arkadaşımla birlikte "that's all" demesini bekledik. Bu kadar sessiz sedasız bir otorite gücü insana bu kadar da olmaz ki canım dedirtiyor.


Neyse arkdaşlar özetle hepinize bu filmi izlemeniz şiddetle tavsiye ediyorum. Şimdiden iyi seyirler!

"That's all!!"